Nerde bir türkü söyleyen görürsen korkma yanına otur.Çünkü,kötü insanların türküleri yoktur↔Neşet Ertaş
Bir Ulusun türkülerini yapanlar,yasalarını yapanlardan daha güçlüdür↔Shakespeare
Sevdim insanlardan çok türkülerini.İnsansız yaşayabildim,türküsüz hiçbir zaman↔Nazım Hikmet
Türküler kırk bin yıl su altında kalmış,yıkanmış,cilalanmış çakıl taşı gibidir↔Yaşar Kemal
Ne zaman bir köy türküsü duysam,şairliğimden utanırım↔Bedri Rahmi
Türküz türkü çağırırız↔Veysel
31 Mart 2018 Cumartesi
30 Mart 2018 Cuma
Yıldıray Çınar : Geçti Ömrümün Baharı (Bilemem Yar)
Geçti ömrümün baharı
Güller açmış ben neyleyim
Feryat eder dertli bülbül
Hangi dilden söyleyim
Bilemem bilemem bilemem yar
Pazar eyledim gönlümü
Kimi baktı kimi geçti
Viran olan şu gönlüme
Kimler kaldı kimler geçti
Bilemem bilemem bilemem yar
Felek kırdı kanadımı
Dalım yok ki tüneyeyim
Şaşırmışım yollarımı
Kime sorup söyleyeyim
Bilemem bilemem bilemem yar
Yıldıray Çınar : Geçti Ömrümün Baharı
29 Mart 2018 Perşembe
Yıldıray Çınar : İçimde Bir Ateş Var
İçimde bir ateş var
Yanar yanar tüterim
Bana lokman neylesin
Her gün daha beterim
Hazan yaprak dökülür
Benim boynum bükülür
Kadir mevlam yazmasın
Başa gelen çekilir
Hep karalar işlemiş
Alın yazımı yazan
Ne yaz gördüm ne bahar
Erkenden geldi hazan
28 Mart 2018 Çarşamba
Aysun Gültekin ve Belkıs Akkale : Bir Dost Bulamadım Gün Akşam Oldu
Seyyah oldum şu alemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkarımla okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Bilmem amelimden yoksa özümden
Ah ettikçe yaşlar gelir gözümden
İki elim kalkmaz oldu dizimden
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Bozuk şu dünyanın düzeni bozuk
Tükendi daneler kalmadı azık
Yazıktır şu geçen ömrüme yazık
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kul Himmet Üstadım ummana daldım
Gelenden geçenden haberin aldım
Mecnun oldum şallar geydim dolandım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kul Himmet Üstadım
Aysun Gültekin ve Belkıs Akkale : Bir Dost Bulamadım Gün Akşam Oldu
21 Mart 2018 Çarşamba
#AşıkVeysel , #AşıkVeyselŞatıroğlu
#AşıkVeysel
#AşıkVeyselŞatıroğlu
Aramızdan ayrılışının 45.yılında,
Saygı, sevgi,özlem ve rahmet ile anıyoruz...
Toprağı bol, ruhu şad, mekanı cennet olsun...
Aşık Veysel'in Biyografisi
Veysel Şatıroğlu,
1894’te Sivas’ın Şarkışla ilçesine bağlı Sivrialan köyünde dünyaya geldi.
Veysel’in dünyaya geliş öyküsü, Anadolu köylerinde hemen birçok çocuğun
yaşadığı olağan bir doğum biçimidir. Ama, bugün özellikle dışarıdan bakanlar
için ilginçtir, olağandışıdır.
Anlatmak gerekirse, annesi Gülizar Ana, Sivrialan dolaylarındaki Ayıpınar merasında
koyun sağmaya giderken sancısı tutmuş, oracıkta dünyaya getirmiş Veysel’i.
Göbeğini de kendisi kesmiş, bir çaputa sarıp yürüye yürüye köye dönmüştür.
Veysellere yörede “Şatıroğulları” derler. Babası “Karaca” lakaplı, Ahmet adında
bir çiftçidir. Veysel’in dünyaya geldiği sıralar, çiçek hastalığı Sivas
yöresini kasıp kavurmaktadır. Veysel’den önce, iki kız kardeşi çiçek yüzünden
yaşamlarını yitirmiştir.
Yedi yaşına girdiği 1901’de Sivas’ta çiçek salgını yeniden yaygınlaşır; o da
yakalanır bu hastalığa. O günleri şöyle anlatıyor: “Çiçeğe yatmadan evvel anam
güzel bir entari dikmişti. Onu giyerek beni çok seven Muhsine kadına göstermeye
gitmiştim. Beni sevdi. O gün çamurlu bir gündü, eve dönerken ayağım kayarak
düştüm. Bir daha kalkamadım. Çiçeğe yakalanmıştım... Çiçek zorlu geldi. Sol
gözüme çiçek beyi çıktı. Sağ gözüme de, solun zorundan olacak, perde indi. O
gün bu gündür dünya başıma zindan.”
Bu düşmeden sonra Veysel’in belleğine bir de renk işler: Kırmızı. Düşerken
büyük bir olasılıkla elinde sıyrık oluyor, kanıyor. Bunu Gülizar Ana şöyle
anlatıyor: “Bilinmez değilsin, renklerden yalnız kırmızıyı hatırladı. Gözleri
gönlüne çevrilmeden önce, yani çiçek hastalığına yakalanmadan önce düşmüştü.
Kan görmüştü. Kanın rengini hatırlardı yalnız. Kırmızıyı... Yeşili de elleriyle
bulur ve severdi.”
Sağ gözünün görme şansı varmış, ışığı seçebiliyormuş bu gözüyle o sıralar.
Yalnız yakınlardaki Akdağmağdeni’nde doktor varmış. Babasına “Çocuğu
Akdağmadeni’ne götür, orada gözünü açacak bir doktor var” demişler. Sevinmiş
babası.
Ne var ki, olumsuzluklar yakasını bırakmamış Veysel’in. “Bir gün inek sağarken
babası yanına gelmiş. Veysel ansızın dönüverince; babasının elinde bulunan bir
değneğin ucu öteki gözüne girivermiş. O göz de akıp gitmiş böylece.”
Ali adında bir ağabeyisi ve Elif adında bir kızkardeşi varmış Veysel’in. Tüm
aile çok üzülmüş, günlerce gözyaşı dökmüş bu hale. Bundan böyle bacısı elinden
tutarak gezdirmeye, dolaştırmaya başlar Veysel’i. Gittikçe içine kapanmaktadır
Veysel. Emlek yöresi olarak adlandırılan Sivas’ın bu âşığı/ozanı bol diyarında,
Veysel’in babası da şiire meraklı, tekkeyle içli-dışlı biriymiş. Veysel’in
dertlerini birazcık da olsa unutacağı bir uğraş olsun diye bir saz verir eline.
Halk ozanlarından da şiirler okuyup, ezberleterek avutmağa çalışırmış oğlunu.
Ayrıca yöre ozanları da zaman zaman babası Şatıroğlu Ahmet’in evine uğrar,
çalıp söylermiş. Merakla dinlermiş bunları Veysel. Komşuları Molla Hüseyin de
sazını düzenler, kırılan tellerini takarmış.
İlk saz derslerini babasının arkadaşı olan Divriği’nin köylerinden Çamışıhlı
Ali Ağa’dan (Âşık Alâ) almış. Kendini de iyice saza vermiş; usta malı
şiirlerden çalıp söylemeye başlamış. Karanlık dünyasını aydınlatan ozanlar
dünyasıyla Çamışıhlı Ali tanıştırıyor daha çok Veysel’i. Pir Sultan Abdal,
Karaoğlan, Dertli, Rühsati gibi usta ozanların dünyalarıyla tanışıyor böylece.
“Âşık Veysel’in
hayatında ikinci mühim değişiklik seferberlikte başlamıştır. Kardeşi Ali de
cepheye gitmiş, küçük Veysel kırık telli sazıyla yalnız kalmıştır. Harp patladıktan
sonra Veysel’in bütün arkadaşları, emsalleri cepheye koşuyorlar. Veysel bundan
da mahrum...
Böylece münzevi olan ruhunda ikinci bir inziva da açılmıştır. Arkadaşsızlık
acısı, sefalet, onu çok bedbin, umutsuz ve mahzun ediyor. Artık küçük bahçesindeki
armut ağacının altında yatıp kalkmakta, geceleri ağaçların ta tepelerine
çıkarak içindeki derdini göklere ve karanlıklara bırakmaktadır.”
O günlerini Aşık Veysel şöyle anlatır Enver Gökçe’ye;
“Eve girerim, yüzüm asık: anam babam halimi bilmez. Ben onlara derdimi,
dokunmasın diye, açamam. Onlar benim kafa tuttuğumu zannederler, bense derdimi
dökmekten çekinirim, öyle ki, sazdan bile farır gibi oldum.”
Bunda biraz Anadolu’da “erkek oğlan” olgusunun etkisi varsa, daha çok Veysel’in
vatanseverliğinin, vatana olan borcunu ödeme duygusunun ağırlığı vardır. Sonradan
şöyle dizeleştirir bunu:
“Ne yazık ki bana olmadı kısmet
Düşmanı denize dökerken millet
Felek kırdı kolumu, vermedi nöbet
Kılıç vurmak için düşman başına.
Bugünler müyesser olsaydı bana
Minnet etmez idim bir kaşık kana
Mukadder harici gelmez meydana
Neler geldi bu Veysel’in başına.”
Minnet etmez idim bir kaşık kana
Mukadder harici gelmez meydana
Neler geldi bu Veysel’in başına.”
Veysel’in annesi ve babası seferberlik sonlarına doğru “belki biz ölürüz ve
kardeşi Veysel’e bakamaz” düşüncesiyle Veysel’i Esma adında, akrabalarından bir
kızla evlendiriyorlar. Esma’dan bir kız, bir oğlu oluyor Veysel’in. Oğlan
çocuğu daha on günlükken annesinin memesi ağzında kalarak ölüyor... Veysel’in
acıları bununla da bitmiyor; aksilikler, talihsizlikler üst üste gelmeye
başlıyor.1921’in 24 Şubat’ında annesi, onsekiz ay sonra da babası ölüyor. Bu
arada bağ, bostan işleriyle uğraşıyor. Köye de bir çok âşık gelip gitmekte,
Karacaoğlan’dan, Emrah’tan, Âşık Sıtkı, Âşık Veli gibi saz şairlerinden çalıp
söylemektedirler. Köy odalarındaki bu âşık fasıllarından Veysel'de geri
kalmamaktadır.
Ağabeyi Ali’nin bir kız çocuğu daha olunca çocuklara ve işlere bakması için bir
azap (hizmetkar) tutuyorlar. Bu hizmetkar ileride Veysel’in bağrında açılacak
başka yaranın sebebi olacaktır. Bir gün Veysel hasta yatarken, kardeşi Ali'de
keven toplamakta iken, Veysel’in ilk eşi olan Esma’yı kandırarak kaçırıyor bu
yanaşma. Veysel’in acılı yaşamına bir acı daha ekleniyor böylece.
Karısı bir başına bırakıp gittiğinde Veysel’in kucağında henüz altı aylık kızı
varmış. İki yıl kucağında gezdirmiş Veysel onu, ne çare o da yaşamamış.
Bir şiirinde dile getirdiği gibi:
“Talih çile kadar sözü bir etmiş,
Her nereye gitsem
gezer peşimde.”
Bin katmerli acılar silsilesi kısacası.
“O artık alemden, bu diyardan uzaklaşmak, göçmek isteyen bir ruh haleti
içindedir.1928’de en iyi arkadaşı olan İbrahim ile Adana’ya gitmeye karar
veriyorlar. Fakat Sivas’ın Karaçayır köyünde Deli Süleyman isminde birisi âşığı
bu ilk seyahatinden vazgeçiriyor. Veysel’i dinleyelim:
“Bu adam, saz çalarım dinler, söze başlarım keser. Gideyim derim, ‘ah kivra,
çoluk çocuk ağlaşıyor, gel gitme’ diye elime ayağıma düşer. Nihayet
dayanamadım, gitmiyorum vesselam diye bu seyahatten vazgeçtim.”
Veysel’in köyünden ilk ayrılışı şöyledir: Zara’nın Barzan Baleni köyünden Kasım
adında birisi Veysel’i köyüne götürerek iki üç ay beraber yaşıyorlar. Kendisini
Adana’ya göndermeyen Deli Süleyman, Sivas’lı Kalaycı Hüseyin, Veysel’e yol
arkadaşlığı ediyorlar. Dönüşte Veysel, Hafik’in Yalıncak köyüne ve Zara’nın
Girit köyüne uğrayarak 9 liraya güzel bir saz alıyor; Sivas’tan Sivrialan’a
dönerlerken arkadaşları bir “üç kağıtçı” grubuna yakalanarak bütün paralarını
kaybediyorlar. Arkadaşları Veysel’in 9 lirasını da alarak kumara veriyorlar.
Veysel bu hadiseden bir müddet sonra Hafik’in Karayaprak köyünden Gülizar adlı
bir kadınla evleniyor.”
1931 yılında Sivas Lisesi edebiyat öğretmeni olan Ahmet Kutsi Tecer ve
arkadaşları “Halk Şairlerini Koruma Derneği”ni kuruyorlar. Ve 5 Aralık 1931
tarihinde de üç gün süren Halk Şairleri Bayramı’nı düzenliyorlar. Böylece
Veysel’in yaşamında önemli bir dönüm noktası işlemeye başlıyor. Denebilir ki,
Veysel için A.Kutsi Tecer’le tanışması hayatında yeni bir başlangıcı
işaretliyor.
1933’e kadar usta ozanlarından şiirlerinden çalıp söylüyor. Cumhuriyet’in
onuncu yıldönümünde A. Kutsi Tecer’in direktifleriyle bütün halk ozanları
cumhuriyet ve Gazi Mustafa Kemal üzerine şiirler düzmüşler. Bunlar arasında
Veysel de var. Veysel’in günışığına çıkan ilk şiiri böylece “Atatürk’tür
Türkiye’nin ihyası”... dizesiyle başlayan şiir oluyor. Bu şiirin gün yüzüne
çıkışı, Veysel’in de köyünden dışarıya çıkması oluyor.
O zaman Sivrialan’ın bağlı olduğu Ağacakışla nahiyesi müdürü Ali Rıza Bey,
Veysel’in bu destanını çok beğeniyor, “Ankara’ya gönderelim” diye istiyor.
Veysel de “Ata’ya ben giderim” diye vefalı arkadaşı İbrahim ile yayan yola
düşüyor. Karakışta yalınayak, başı kabak yola çıkan bu iki arı gönül, bu iki
insan örneği, üç ay yol çiğneyerek Ankara’ya geliyorlar. Veysel Ankara’da
konuksever tanıdıkların evlerinde kırkbeş gün misafir kalıyor. Destanı
Atatürk’e getirmek hevesiyle geldiğini söylüyorsa da destanı Atatürk’e okumak
kısmet olmuyor. Eşi Gülizar Ana: “Ata’ya gidemediğine bir, askere gidemediğine
iki; yanardı ki o kadar olur...” diyor. Ancak, Hakimiyet-i Milliye (Ulus)
basımevinde destanı gazeteye veriliyor. Destan gazetede üç gün boyunca
yayınlanıyor. Bundan sonra da bütün yurdu dolaşmaya, dolaştığı yerlerde
çalıp-söylemeye başlıyor, seviliyor, saygı görüyor.
O günleri şöyle anlatıyor: “Köyden çıktık. Yaya olarak Yozgat köylerinden
Çorum-Çankırı köylerinden geçip üç ayda Ankara’ya gelebildik. Otele gitsek para
yok. ‘Nere gidek? Nasıl Edek? ” diye düşünüyoruz. Dediler ki: “Burada Erzurumlu
bir Paşa Dayı var. O adam misafirperverdir.” O zamanlar Dağardı diyorlardı,
(şimdiki Atıf Bey Mahallesi) orada ev yaptırmış Paşa Dayı. Gittik oraya.
Adamcağız hakikaten misafir etti. Birkaç gün kaldık o zaman, Ankara’da, şimdiki
gibi kamyon filan yok. Bütün işler at arabalarıyla görülüyor. At arabaları
olan, Hasan Efendi adında bir adamla tanıştık. O, bizi evine götürdü. Kırkbeş
gün Hasan Efendi’nin evinde kaldık. Gideriz, gezeriz, geliriz; adam yemeğimizi,
yatağımızı, herşeyimizi sağlar. Dedim ki: -‘Hasan Efendi biz buraya gezmek için
gelmedik! Bizim bir destanımız var. Bunu, Gazi Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz!
Nasıl ederiz? Ne yaparız? ’
Dedi ki: -‘Vallahi ben böyle işlerle ilgili değilim. Burada bir milletvekili
var. Adı Mustafa Bey, soyadını unuttum. Bu işi ona anlatmak gerek. Belki size o
yardımcı olabilir.’
Gittik Mustafa Bey’e derdimizi anlattık. Öyle böyle bir destanımız var. Gazi
Mustafa Kemal’e duyurmak istiyoruz. ‘Bize yardım et! ’ dedik.
Dedi ki: -‘Amaan! Şimdi şaire falan önem veren yok. Kıyıda köşede çalın
çağırın. Geçin gidin! ’
-‘Yok öyle değil dedik. Biz destanımızı okuyacağız, Mustafa Kemal’e! ’
Milletvekili Mustafa Bey, ‘okuyun da bir dinleyeyim bakayım’ dedi. Okuduk
dinledi. O zamanlar Ankara’da çıkan Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’yle
konuşacağını söyledi. ‘Yarın bana gelin! ’ dedi. Gittik. ‘Ben karışmam’ dedi.
Sonunda kesti attı. Biz ordan döndük geldik. ‘Ne yapsak? ’ diye düşünüyoruz.
Sonunda, ‘Matbaaya biz gidelim’ dedik. Saza, tel alıp takmak eski telleri
yenilemek de gerekti. Ulus Meydanı’ndaki çarşıya, o zamanlar Karaoğlan Çarşısı
diyorlardı. Saz teli almak için Karaoğlan Çarşısı’na yürüdük.
Ayağımızda çarık. Bacağımızda şal-şalvar, şal-ceket, belimizde kocaman bir
kuşak.! Efendim polis geldi: -‘Girmeyin’ dedi. ‘Çarşıya girmek yasak! ’ Bizi tel
alacağımız çarşıya sokmadı.
Polis: -‘Yasak diyoruz. Siz yasaktan anlamaz mısınız? Orası kalabalık. Kalabalığa
girmeyin! ’ diye diretti.
-‘Peki girmeyelim’ dedik. Polisi güya salmış gibi yürümeye devam ettik. Adam
geldi, arkadaşım İbrahim’e çıkıştı. –‘Kafadan gayri müsellah mısın? Girmeyin
diyorum. Beynini patlatırım senin! ’ diye çıkıştı.
-‘Beyefendi biz dinlemiyoruz! Biz çarşıdan saz teli alacağız! ’ dedik. O zaman
polis, İbrahim’e: -‘Tel alacaksan bu adamı bir yere oturt. Git telini al! ’
Neyse gitti İbrahim teli aldı geldi. Tel taktık. Ama sabahleyin çarşıdan da
geçemiyoruz. Sonunda matbaayı bulduk.
-‘Ne istiyorsunuz? ’ dedi müdür.
-‘Bir destanımız var. Gazeteye vereceğiz! ’ dedik.
-‘Çalın bakayım; bir dinleyeyim! ’ dedi. Çaldık dinledi!
- ‘Ooo! Çok iyi’ dedi. ‘Çok güzel.’
Yazdılar. ‘Yarın gazetede çıkar’ dediler. ‘Gelin de gazete alın! ’ Orada bize
telif hakkı olarak biraz da para verdiler. Sabahleyin gidip 5-6 gazete aldık.
Çarşıya çıktık. Polisler:
- ‘Oooo! Âşık Veysel siz misiniz? Rahat edin efendim! Kahvelere girin! Oturun!
’ dediler. Bir iltifat başladı ki sormayın! Çarşıda bir zaman gezdik. Fakat
yine Mustafa Kemal’den ses yok. Dedik: ‘Bu iş olmayacak.’ Amma Hakimiyet-i
Milliye Gazetesi’nde destanımı üç gün birbiri üstüne yayınladılar. Mustafa
Kemal’den yine ses çıkmadı. Köye dönmeye karar verdik. Fakat cebimizde yol
paramız da yok. Ankara’da bir avukatla tanışmıştık.
Avukat: - ‘Ben
belediye başkanına bir mektup yazayım. Belediye sizi köyünüze parasız gönderir!
...’ dedi. Elimize bir mektup verdi. Belediyeye gittik. Orada bize dediler ki:
- ‘Siz sanatkâr adamsınız. Nasıl geldinizse öyle gidersiniz! ’
Döndük avukata geldik. ‘Ne yaptınız? ’dedi. Anlattık. ‘Durun bir de valiye
yazalım! ’ dedi. Valiye de dilekçe yazdı. Valiye dilekçemizi imzalayıp yine
Belediyeye buyurdu. Belediyeye ilettik. Belediye bize: -‘Yok! ’ dedi. ‘Paramız yok!
Sizi gönderemeyiz! ’ dedi.
Avukat içerledi ve kahretti: - ‘Gidin! İşinize gidin! ’ dedi. ‘Ankara
Belediyesi’nin sizin için parası yokmuş; tükenmiş! ’ dedi. Acıdım avukata.
‘Nasıl edelim? Ne edelim? ’ derken bir de ‘Halkevi’ne uğrayalım bakalım. Belki
oradan bir şey çıkar’ diye düşündük. Mustafa Kemal’e gidemiyok. Halkevine
gidek. Bu defa, Halkevine, bizi kapıcılar bırakmıyor ki girelim. Orada dinelip
duruyorduk.
İçeriden bir adam çıktı: -‘Ne geziyorsunuz burada? Ne yapıyorsunuz? ’ diye
sordu.
-‘Halkevine gireceğiz ama bırakmıyorlar! ’ diye cevap verdik.
-‘Bırakın! bu adamlar, tanınmış adamlar! Âşık Veysel bu! ’ dedi.
O içeriden çıkan adam, bizi edebiyat şubesi müdürüne gönderdi. Orada: -‘Ooo!
Buyurun! Buyurun! dediler. Halkevinde bazı milletvekilleri varmış. Şube müdürü
onları çağırdı: -‘Gelin halk şairleri var, dinleyin.’ dedi.
Eski milletvekillerinden Necib Ali Bey: -‘Yahu dedi bunlar fakir adamlar.
Bunlara bakalım. Bunlara birer kat elbise de yaptırmalı. Pazar günü de Halkevinde
bir konser versinler! ’
Hakikaten bize, birer takım elbise aldılar. Biz de o Pazar günü Ankara
Halkevi’nde bir konser verdik. Konserden sonra cebimize para da koydular.
Ankara’dan köyümüze işte o parayla döndük.
Plağa okuduğu ilk türkü ise, Emlek yöresinin ünlü ozanlarından Âşık
İzzeti’nin:
“Mecnunum, Leyla’mı gördüm
Bir kerrece baktı geçti.
Ne söyledi ne de sordum
Kaşlarını yıktı geçti
Bir kerrece baktı geçti.
Ne söyledi ne de sordum
Kaşlarını yıktı geçti
Soramadım bir çift sözü
Ay mıydı gün müydü, yüzü
Sandım ki zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti.
Ay mıydı gün müydü, yüzü
Sandım ki zühre yıldızı
Şavkı beni yaktı geçti.
Ateşinden duramadım
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti.
Ben bu sırra eremedim
Seher vakti göremedim
Yıldız gibi aktı geçti.
Bilmem hangi burç yıldızı
Bu dertler yareler bizi
Gamzen oku bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti..
Bu dertler yareler bizi
Gamzen oku bazı bazı
Yar sineme çaktı geçti..
İzzetî, bu ne hikmet iş
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş,
Yar bonuma taktı geçti.” şiiridir.
Uyur iken gördüm bir düş
Zülüflerin kement etmiş,
Yar bonuma taktı geçti.” şiiridir.
Köy Enstitüleri’nin kurulmasıyla birlikte, yine Ahmet Kutsi Tecer’in
katkılarıyla, sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve
Akpınar Köy Enstitüleri’nde saz öğretmenliği yapıyor. Bu okullarda Türkiye’nin
kültür yaşamına damgasını vurmuş birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağı
buluyor, şiirini iyiden iyiye geliştiriyor.
1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi, özel bir kanunla Âşık Veysel’e,
“Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü” 500 lira aylık
bağlanmıştır.
21 Mart 1973 günü, sabaha karşı saat 3.30’da doğduğu köy olan Sivrialan’da,
şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yumdu.
Âşık Veysel’in yaşamını özetlemek gerekirse, Erdoğan Alkan’ın şu betimlemesi en
güzel cümleleri oluşturur: “Kızılırmak soru işaretine benzer, Zara’dan doğar,
Hafik ve Şarkışla’dan sonra Sivas topraklarını terkeder. Bir yay çizip
Kayseri’yi, Nevşehir’i, Kırşehir’i, Ankara’yı ve Çorum’u sular, Samsun’un Bafra
ilçesinde denize dökülür, Âşık Veysel’in yaşam öyküsü Kızılırmak gibidir. Bir
ucu Bafra’dadır, bir ucu da Zara’da. Bafra’ya dek uzanan acılı bir yaşam
Zara’nın doğusundaki Kızıldağ’ın gür sularıyla beslenip sona erer.”
En güzel şiirlerinden bazılarını ölümünden hemen önce yazdı. Şimdi Şarkışla’da
her yıl adına bir şenlik yapılır. Türkçesi yalındır. Dili ustalıkla kullanır.
Tekniği gösterişsiz ve nerdeyse kusursuzdur. Yaşama sevinciyle hüzün,
iyimserlikle umutsuzluk şiirlerinde iç içedir. Doğa, toplumsal olaylar, din ve
siyasete ince eleştiriler yönelttiği şiirleri de var.
Eserleri:
Deyişler (1944)
Sazımdan Sesler (1950)
Dostlar Beni Hatırlasın (1970)
Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984)
Sazımdan Sesler (1950)
Dostlar Beni Hatırlasın (1970)
Ölümünden sonra Bütün Şiirleri (1984)
20 Mart 2018 Salı
"Şayet dikkatli olmazsanız medya sizin iyi insanlardan nefret etmenizi, kötü insanları ise sevmenizi sağlar."
Şayet dikkatli olmazsanız
medya sizin iyi insanlardan nefret etmenizi,
kötü insanları ise sevmenizi sağlar.
19 Mart 2018 Pazartesi
#18MartÇanakkaleZaferi
#18MartÇanakkaleZaferi
'nin 103.yılı kutlu olsun.
Bu kutlu zaferi Ulusumuza yaşatan
Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere
tüm
şehit ve gazilerimizi saygı, sevgi, rahmet ve minnet ile anıyoruz.
Ruhları şad, toprakları bol, mekanları
cennet olsun.
Türk Ulusu sonsuza dek var olsun!..
Ne Mutlu Türk'üm Diyene!
3 KASIM 1914 – 18 MART 1915 tarihleri arasında
Çanakkale Boğazı’nda cereyan eden bir seri deniz
savaşlarıyla GELİBOLU
yarımadasında 25 NİSAN 1915-8/9 OCAK 1916 tarihleri arasında yapılan
kara
savaşları Türk tarihinin en şerefli sayfalarını dolduran birer zafer
destanıdır.
ÇANAKKALE’nin deniz ve kara savaşları; Türk
Ulusal tarihinin 1800’lü yıllarının hemen çoğunluğunda görülen yenilgilerden
sonra askeri ve siyasal varlığını bir kez daha kanıtladığı savaşlardır.
Harp tarihine bakıldığında askeri zaferlerin daima
taarruzi bir harekatın sonunda kazanıldığı görülür. Çanakkale savaşları ise
savunan orduların taarruz edenleri yenilgiye uğratmış olduğu, hemen tek
örnektir.
ÇANAKKALE SAVUNMASI : Öz yurdunu korumak için
şahlanan yaralı bir ulusun, sayı ve maddi açılardan üstünlüğü tartışılmaz olan
düşmanlarını yenerek, onları felce uğrattığı bir savaştır. Bu durumuyla dünya
harp tarihlerine geçmiş ve Türk tarihine de altın harflerle yazılıp Türk’ün
kahramanlık ve şeref abidesi olmuştur.
Bu zaferler, büyük Türk Ulusuna Atatürk gibi
dahi bir lider hediye etmiştir. Mustafa Kemal’in Anafartalarda parlayan
yıldızını 18 MART’ın şafağı aydınlatmış, bu zafer, Türk’e, öz benliğini ulusal
kimliğini bulma yolunu göstermiş, Türk bağımsızlık savaşının temelleri
ÇANAKKALE’nin sularında ve Conk Bayırı’nda atılmıştır.
18 MART Çanakkale Zaferi, Anafartalar
yangınının bir kıvılcımıdır. Mustafa Kemal Atatürk’ün tarihe geçen ilk
kahramanlığı 18 MART’ın beşiğinde doğmuş; bu şahsiyet, Sakaryalarda şahlanmış,
Dumlupınar’da Türk’ün kaderini değiştirmiş 9 EYLÜL 1922’de Ulusumuzu dünya
uluslararasındaki şerefli mevkiye yükseltecek son zaferi kazanmıştır. Bu
olayların moral dayanağım kuşkusuz ÇANAKKALE’ler oluşturmuştur.
Çanakkale savaşları ve kazanılan zaferler;
Türk kurtuluş ve bağımsızlık savaşına maya çalmış; ulusal bilinci ve ulusal
ruhu yeniden ateşlemiş ve Türklük, tarihteki şanlı ve seçkin yerini böylece
almıştır. İstiklal Savaşımızın temelinde böylesine muhteşem zaferler
bulunmasaydı, 19 MAYIS 1919’un ufkunda Mustafa Kemal Paşa belki gene doğabilirdi
ama ulus; onu Anafartalar Kahramanı, İstanbul’a düşmanın girmesini önleyen
komutan olarak ÇANAKKALE’den tanımasaydı acaba etrafında toplanıp kısa sürede
kenetlenmesi o kadar kolay olabilir miydi.
Bu bakımdan ÇANAKKALE; Türk ulusal tarihinin
akışı içinde çok önemli bir yere sahip olmakla beraber, Birinci Dünya Savaşı
sonrasında yeniden biçimlenen Dünya ve bu dünyada ki siyasal rejim
sistemlerinin yeniden şekillenmesi; siyasal sınırların yeniden çizilmesi ve
dönemin üç büyük imparatorluğunun (Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Rus Çarlık
İmparatorlukları) yıkılarak yeni yeni ulusal devletlerin tarih sahnesine çıkışı
ile de bu zaferin yakın ilişkisi vardır. Şunu da belirtmeliyim ki, bu zaferler
Rus Çarlığı’nın yıkılmasına neden olduğu için yukarıda sıraladığımız etkileri
göstermiştir. Eğer Çanakkale’de kazanılan Zaferler, Birinci Dünya Savaşı’nın
diğer cephelerinde de devam etse idi ve Almanya ile birlikte ya da sadece
Osmanlı imparatorluğu olarak savaştan galip çıksaydık, Dünya’nın rengi, şekli
ve siyasi sının, kuşkusuz daha başka olurdu.
Çanakkale Savaşları; Balkan Harbi’nin bütün
Türk Ulusu’nun ruhunda ve benliğinde açtığı derin yaranın ve utanç duygusunun
kesin şekilde tedavisini sağlamış, en önemlisi de yukarıda değindiğim gibi
Atatürk’ün Türk Ulusu ile birlikte bütün bir.cihan tarafından tanınmasını
sağlamıştır.
Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşımızdaki muzaffer
kılıcının çeliğine su veren ÇANAKKALE Savaşları olmuştur. Şurası da bir
gerçektir ki Çanakkale’de devam eden deniz ve Kara harekât ve savaşlarını
birbirinden ayırarak incelemek doğru olamaz. Bu her iki savaş bir biriyle iç
içedir ve biri diğerinin tamamlayıcısıdır. Bu husus gözden uzak tutulmamalıdır.
Rus Çarı II. Nikola’nın 1815 tarihinde “Hasta
Adam” ismini taktığı Osmanlı İmparatorluğu’nun müzminleşen hastalığına daha
1906 yılında ilk isabetli tanıyı koyan Yzb. Mustafa Kemal, Ulusu’nun asıl
cevherini; 1915’de Conk Bayırı’nın, Anafartalar’ın ve An Burnu’nun kan ve can
pazarında çok yakından tanımak fırsatını bulmuştur. M. Kemal, Ulusuyla kan deryası
içerisindeki ÇANAKKALE’de bu derece yakından tanışmamış olmasaydı Birinci Dünya
Savaşı sonunda maddi ve moral gücünü hemen hemen tümden yitirmiş bir milletin
başına geçip İstiklal Savaşımızı zaferle noktalayacağına acaba kesin inanç
duyabilir miydi?
Bu nedenledir ki 18 MART’ı izleyen
Çanakkale’deki kara savaşlarında kazandığı zaferiyle Türk Ulusu’nun 5000 yıllık
tarih sahnesinden silinip gidemeyeceğini kendisi de şahsen idrak etmiş ve bunu
bütün dünyaya İstiklal Savaşı’yla da kanıtlamıştır.
Daha sonra ki yıllarda inandığı ve güvendiği
ulusunun baş komutanı olarak Türklüğün yaşam kudretini bir barış çelengi olarak
kılıcının ucunda Ege’nin sularına bırakmaya muvaffak olmuştur.
Bu tarihi nedenlerle 18 MART’ı anlatırken:
– Tarih bilen Yb. Mustafa Kemal,
– Çarlığın yıkılışını hazırlayan Alb. Mustafa
Kemal,
– Tarih yapan Mustafa Kemal,
– Tarih yazan Mareşal Mustafa Kemal,
– Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
kurucusu Atatürk’ten söz etmezsek, genel tarih içerisinde 18 MART ve Çanakkale
Zaferlerinin; Bir ulusun, sadece kahramanlık hikayesinden öte hiç bir önemi
kalmayacaktır.
18 MART Zaferi, düşman donanmalarının 1915
yılı başlarında İstanbul’a girmelerini ye İmparatorluğun daha o yıl içinde
çökertilmesini önleyen çok büyük ve tarihi bir zaferin ilk raundu olmuştur.
ÇANAKKALE’nin kara savaşlarında kazanılan
zafer ise Osmanlı İmparatorluğu’nun 30 EKİM 1918 MONDROS ateşkesine kadar
ayakta kalmasını sağlayan ve Birinci Dünya Savaşı’nın en az iki yıl daha
uzamasına neden olarak dünya tarihini etkileyen İkinci raundunu teşkil
etmiştir.
Eğer ÇANAKKALE’deki zaferler kazanılmasaydı,
Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul, Birinci Dünya Savaşı’nın hemen
birinci yılı sonunda İTİLAF Devletlerince işgal edilmiş, böylece Rus Çarlığı,
müttefiklerinin yardımlarına en kısa yoldan kavuşmuş olacak ve Almanya’nın
yenilgisi daha da çabuklaşarak Rusya’da 1917 BOLŞEVİK ihtilali muhtemelen
gerçekleşmeyecekti.
18 MART’ın ve onu izleyen ÇANAKKALE kara
savaşlarının zaferleri, ulusal tarihimizi ve dünya tarihini etkileyen önemi ve
rolü bu noktalarda toplanmaktadır.
Bu savaşları yürüten bütün Türk Komutanları
kahraman erleriyle omuz omuza çarpışırken, hiç kuşkusuz Murad-ı
Hüdavendigârları, Hacı îl Beyleri, Lala Şahin ve Timurtaş Paşaları ve Evranos
Beylerin ruhlarını kendi yanı başlarında duyarak savaşmışlardır.
Savaşırken tarihini düşünen, tarihini
düşünürken savaşan Türk Ordusu ve onun seçkin komutanları; ÇANAKKALE Boğazı’nı
kırık bir salla geçip Türk Sancağını ilk kez bu topraklara 1356 yılında diken
Gazi Süleyman Paşa’nın ilk ayak bastığı NAMAZTEPE’den kendilerini seyrettiğini
görür gibi duyarlardı.
Bir tek güne sığdırıldığı halde yüzyıllara
hükmeden zaferlere ancak Türk Harp tarihlerinde rastlanabilir. İşte 18 MART
Zaferi de yüzlerce yıldan beri Türk tarihinde gördüğümüz, MALAZGİRT, OTLUKBELİ,
NİĞBOLU, MOHAÇ, KO-SOVA-RİDANİYE, ÇALDIRAN, PREVEZE ve nihayet DUMLUPINAR gibi
meydan savaşlarında kazınılan Türk zaferlerinden birisidir ve bu zaferin
kazanılması 20. Yüzyılın tüm siyasal olaylarına yön vermiştir.
18 MART ÖNCESİ DÜNYA OLAYLARI
1914 yılında SARAYBOSNA’da çakan bir kıvılcım,
kısa sürede bütün dünyayı kan ve ateşe boğmuş, çıkarları ve yararlan birbirine
zıt düşen Avrupa Devletleri iki bloka ayrılmış, bir yanda İNGİLTERE ve FRANSA
ile ona katılanlara “İTİLAF DEVLETLERİ” denilmiş, diğer yanda bir araya gelen
ALMANYA ve AVUSTURYA ve OSMANLI DEVLETLERİNDEN oluşan gruba da “İTTİFAK
DEVLETLERİ” ismi verilmiş ve bu iki tarafa, savaşın gelişmesine paralel olarak
daha bir çok devletler katılmak suretiyle başlayan savaş, dünyanın dört
bucağına yayılmış, bu nedenle de savaşın ismine “Birinci Dünya Harbi” denilmiştir’.
Birbirlerinin gırtlağına sarılan bu iki
tarafın bütün olarak ve yetenekleriyle giriştikleri çatışmalara din, dil, renk
ve milliyetleri birbirine uymayan milyonlarca insan da katılmış ve bu iki büyük
blokun başını çekenlerin çıkarları uğruna dört yıl süre ile kıyasıya
çarpışmışlardır.
Bu büyük savaşta toplam 658 adet tümen savaş
alanlarına sürülmüş, 65 Milyon kişi silah altına alınmıştır. Toplam zayiat
yaklaşık 9-10 milyona varmış, milyonlarca halk göçebe durumuna düşürülmüştür.
Osmanlı Devleti’nin Durumu:
Birinci Dünya Savaşı başladığı zaman Osmanlı
Hükümeti ard ardına girdiği, her birinde zararla, toprak kaybı ve yenilgilerle
çıktığı savaşların yorgunluğunu henüz gidermek ve ordusunu yeniden organize
etmekle meşguldü. Bu iş için de Almanya’dan bir askeri yardım heyeti çağrılmış,
Savaşa katılmak istemeyen Osmanlı Hükümeti tarafsız kalmaya karar vermişti. Ne
var ki, İstanbul’daki Alman Sefareti ile Alman Askeri Misyonu, Türkleri kendi
saflarında savaşa sokmak için var güçleriyle çalışıyorlardı.
İTİLAF Devletleri ise müttefikleri olan
Ruslarla karşılıklı yardımlaşabilmek, ve Rusya’nın ihtiyaç duyduğu lojistik
desteği onlara ulaştırabilmek için Türk Boğazlarına gereksinim duyuyorlardı.
Bunun için de ÇANAKKALE ve İSTANBUL Boğazlarının kendi kontrollerinde bulunması
gerekmekte idi.
Kuşkusuz bunun en uygun çözümü Osmanlıları
kendi ittifaklarına almaktı. Ama daha önce Avrupa devletleri arasında yapılan
çeşitli konferanslar ve kongrelerle İstanbul Boğazı’nın Rus Çarlığına
bırakılması konusunda sözler verilmişti. Ayrıca Çar II. NİKOLA’nın
isimlendirdiği “BOĞAZIN HASTA ADAMI” ölmek üzereydi ve Düveli Muazzama (Büyük
Devletler) Osmanlı mirasını paylaşmaya kararlıydılar. Bunun için de daha 1815
Viyana Kongresinde “Şark Meselesi” ortaya atılmıştır. Bu mesele, Osmanlı
İmparatorluğu’nun paylaşılarak Avrupa’dan, Balkanlar’dan atılıp Anadolu’ya
tıkılması ve ilk fırsatta da buradan sürülüp atılmasını öngören politikanın
kısa adı idi. Bu nedenle Şark Meselesi Osmanlı’yı kendi ittifaklarının dışında
tutmalarını gerekli kılıyordu.
Osmanlı yöneticileri, Rus Çar’ı Deli Petro’nun
1725 yılındaki meşhur vasiyetnamesiyle ortaya koyduğu “Sıcak Denizlere İnme
Siyasetini” yakından biliyorlardı. O dönemde Ruslar henüz Baltık Denizi’ne,
Azak ve Karadeniz’e bile çok uzak iken ortaya attıkları bu siyaset sonrasında
hızlanan Türk-Rus Savaşlarıyla uğradıkları zararları gözde tutan Osmanlılar,
İTİLAF Devletlerinin ya da Rusların kendilerine saldırma ihtimalini oldukça
yüksek görüyorlardı: Bu kuşkular ve bu nedenlerle Osmanlı Hükümeti, 2 AĞUSTOS
1914 günü silahlı tarafsızlık halinde bulunmak üzere SEFERBERLİK İLAN ETMİŞTİR.
ALMANYA 5 AĞUSTOS günü savaşa katılmış bulunuyordu.
Dünyanın yoksul ülkeleri, Batı Avrupa
Devletleri ile Rusya tarafından geçen yüzyılda sömürgeleştirilirken Almanya bu
yağmadan pay alamamıştır. Bu nedenle 1900’lü yılların başından beri ALMANYA
kıpırdanıp durmaktaydı. Bu kıpırdanış sırasında dirsekleri, bir yandan Rusya’ya
diğer yandan da FRANSA ve İNGİLTERE’nin böğrüne batıyordu. Yeni hayat
sahalarına kavuşması için bu devletlerle savaşmaktan başka çaresi yoktu o da
öyle yaptı ve savaşın kızgın kazanının altına benzin dökerek içine atladı.
Bu sırada Osmanlılar tarafında bazı olaylar
cereyan etmeye başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Osmanlı Hükümeti’nin
İngiltere’ye sipariş ettiği ve yapımları bitmek üzere olan iki savaş gemisine
“REŞADİYE ve SULTAN OSMAN” İNGİLTERE kendi yasaları uyarınca el koymuş gemileri
veya paralarını savaş sonrasında verebileceğini Osmanlılara bildirmişti.
Bu sırada 10 Ağustos 1914 günü sabahının saat
07.00’de her halleri ile helecanlı ve telaşlı oldukları gözlenen iki Alman
Kruvazörü (GOBEN ve BRES-LAU) Akdeniz’de rastladıkları düşman donanmasının
takibinden kaçarak gözleri arkada olduğu halde tam yolla kara sularımıza
girmiş, ÇANAKKALE Boğazı’nın Ege’ye açılan kapısını sabırsızlıkla çalmaya
başlamışlardır. Sığınma talep ediyorlardı. Bu iki geminin ÇANAKKALE Boğazı’nda
beklemekte olduklarını İstanbul’daki bir Alman subayından öğrenen ve o zamanın
tam bir diktatörü sayılan Enver Paşa kabine arkadaşlarına bile danışmaya gerek
görmeden kısaca “BIRAKIN GİRSİNLER” demiş. Türk’ün civanmertliğine sığınan bu
iki Tanrı misafiri mülteciye bu şekilde müsaade edilmiş ve içeriye
alınmışlardır.
Bu iki gemi; hem itilâf devletlerinden gelecek
tepkiyi durdurmak, hem de REŞADİYE ve SULTAN OSMAN zırhlılarının yerine
konulmak üzere hemen ALMANYA’dan satın alınıp, gönderlerine Türk Bayrağı
çekilmiş ve bordalarına da Yavuz ve Midilli isimleri yazılarak Türk
Donanması’na katılmıştı. Ancak bu iki geminin boğazdan içeri girişlerinden
hemen dört saat sonra Çanakkale Boğazı’nın ağzına yanaşan İngiliz zırhlıları,
Alman kruvazörlerinin içeri alınıp alınmadıklarını sormaya başlamışlardır. Ne
var ki, kendisine sığınanı kendinden bir parçaymış gibi kabullenen Türk’ün
onlara memnun olacakları bir cevap vermesi olanaksızdı.
İngilizler çaresiz BOZCAADA açıklarına
çekilerek Boğaz’ı gözetlemeye koyulmuşlardır. İngiltere’nin gasp ettiği iki
zırhlımıza karşılık Tanrı misafiri iki Alman kruvazörünün gelişi Türk Halkı
tarafından sevinçle karşılanmıştır. Yalnız, Hükümet bir hata yapmış bunların
ismini değiştirmekle beraber, personelini olduğu gibi yerlerinde bırakmış,
sadece kıyafetleri değiştirilip mürettebatın başına fes giydirmekle de
yetinilmeyerek Filonun Komutanı Amiral ŞOSON bütün Türk Donanması’nın da başına
getirilmiştir.
İNGİLTERE, kılıfına uydurulan bu satın alma
işlemlerini tanımadığını bildirerek, ÇANAKKALE Boğazı’nı abluka altına
almıştır. Buna karşılık Osmanlı Hükümeti de İtilaf Devletlerinin bütün savaş ve
ticaret gemilerine Boğazlan kapatmıştır. Böylece savaşın kanlı eli Osmanlı
İmparatorluğu’nun kapısındaki tokmağa yapışmış ve ağır ağır çalmaya başlamıştı.
ALMAN Amirali SASON, hükümeti zorluyor.
Karadeniz’e çıkıp donanmaya tatbikat yaptırmak için ısrarla izin istiyordu.
Bunda haksız da sayılmazdı. Çünkü Alman askeri heyeti Osmanlı Ordusu’nun
teşkilatlanmasına ve eğitilmesine resmen memur edilmişti. Diğer yandan da
AĞUSTOS içinde Almanlar Osmanlı Hükümeti ile gizli bir ittifak anlaşması yapmış
olmasına rağmen Osmanlı Hükümeti yine de savaşa fiilen girmeye hiç de niyetli
değildi.
Almanya, iki cephede vuruşmaya mecbur olduğu
bu savaşta İNGİLİZ, FRANSIZ ve RUS cephelerindeki kuvvetlerine düşman baskısını
azaltmak amacıyla bunları Osmanlı cephelerine nasıl kaydırabileceğinin hesaplarını
yapmaktaydı. Osmanlılara Kafkaslar’da, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da yeni yeni
cepheler açtırabilirse, Almanya, düşmanlarım Türklerin üstüne saldırtarak
onların baskılarını hafifletebilirdi. Alman Sefareti ile Türk Ordusundaki bütün
Alman komutanlarının da çabalan bu idi..
Amiral SASON 27 Ekim 1914 günü sadece Enver
Paşa’nın bilgisi içinde, hükümetin izni dışında donanmayı Karadeniz’e çıkardı.
Başta Odesa olmak üzere bir kısım Rus limanlarını bombardıman edip birkaç Rus
gemisini de batırdı.
Bu olay üzerine zaten bahane bekleyen Ruslar
hiçbir görüşmeye yanaşmaksızın 1 KASIM 1914 günü Osmanlı Devleti’ne savaş ilan
ederek orduları ile Doğu Anadolu’da Türk sınırlarını aştılar.
Savaştığımız Cepheler:
Birinci Dünya Savaşı’na bu şekilde katılan
Osmanlı Devleti, kendi ülkesinin 6 ayrı cephesinde (KAFKAS, IRAK, SURİYE,
MISIR, HİCAZ, ÇANAKKALE cephelerinde) hemen hemen aynı zamanda çarpışmış,
ayrıca sınırları dışında da Avusturya’nın GALİÇYA’sında ve Balkanların
MAKEDONYA cephesinde olmak üzere iki ayrı cephede üç Türk kolordusu ile
devletimize hiç bir yararı olmayan ancak Almanların yararına olan savaşlar
yaptık. Osmanlı Devleti, Türk Ulusu’nun ve onun kahraman askerinin kanını,
devletine hiç bir yarar sağlamayan bu sekiz cephede sular gibi akıtmıştır.
Bu ümitsiz savaşın nasıl bir sonuca varacağını
Osmanlı Ordusunda ilk gören kişi Mustafa Kemal olmuştur. Görüşlerini Başkomutan
Vekili Enver Paşa’ya çeşitli kez sözlü ve yazılı raporlarıyla bildirmiş
olmasına rağmen; Hırsı, aklına hakim olan Enver Paşa doğruları kavrayamamış ve
kendisine önerilen düşüncelere itibar göstermeyerek sonuçta İmparatorluğun
batmasına sebep olmuştur. Belki de sırf bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin kuruluşuna imkan yarattığı için Enver Paşa’yı hayırla yad etmek
gerekir.
1912’de Balkanlar’daki eyaletlerimizin çapulcu
komitacıları karşısında becerisizlik şaheserleri yaratarak, ağır yenilgiye
uğrayan Osmanlı Ordusu, Birinci Dünya Savaşı’nda dostunu, düşmanını şaşkınlığa
uğratacak derecede kahramanca başarılı savaşlar vermiş, ve orduları hemen
hiçbir cephede kesin yenilgiye uğramadıkları halde müttefiklerimizin
yenilmesiyle birlikte MONDROS Ateşkesi’ni kabule mecbur kalınmıştır.
Doğuda Rus taarruzunun başlamasıyla savaşa
giren Osmanlı Padişahı 16 KASIM 1914 günü “Cihad-ı mukaddes” ilan etmiş ise de
Osmanlı’nın siyasi sınırları içerisinde ve dışarısındaki Müslüman ülke ve
halklarından destek görülemediği gibi savaşın daha ileri aşamalarında da
düşmanlarımızın saflarında yer alarak; başında İslam’ın halifesi olan (Halife-i
Rey-u Zemin ve Zillullah-ı Fil âlem) yani yeryüzünde Peygamberin halifesi ve
Allah’ın gölgesi denilen Osmanlı Devleti’ne karşı isyan edip savaşmışlardır.
Asıl konumuz olan 18 Mart ÇANAKKALE
Savaşı’ndan önceki olayların çok kısa bir özetini böylece yaptıktan sonra
BOZCAADA açıklarında beklemekte olan İngiliz ve daha sonra onlara katılan
Fransız gemilerinin girişeceği Boğaz Savaşı’na geçebiliriz.
18 MART ÇANAKKALE SAVAŞINI’NAÇILIŞ NEDENLERİ:
Birinci Dünya Savaşı başladığında ALMANYA,
Orta Avrupa’daki pozisyonuyla İtilaf Devletlerine dahil olan Rusya ile
İngiltere ve Fransa’nın direkt irtibatını kesmiş bulunuyordu. Savaşın başarısı,
İtilaf cephelerinin birbirleriyle etkin bir şekilde yardımlaşmasına bağlı idi.
İtilaf devletlerinin savaşı kısa sürede
bitirebilmesi, Rusya’nın da güçlü bir şekilde Doğu Avrupa Cephesi’nde Almanlara
karşı savaşmasıyla mümkündür. Ancak batının yardımı olmaksızın Rusya bu gücü
gösterememekte idi. Bu durumda Rusya’daki ham maddelerin batıya ve batının
mamul maddelerinin Rusya’ya ulaştırması için çareler aranmalıydı.
Bunun için dört yol vardı.
1 – Baltık Denizi Yolu, Almanların kontrolü
altındadır.
2 – Avrupa üzerinden Rusya’ya ulaşmak.
Almanlar bu cepheyi tamamen kapatmaktaydı.
3 – Kuzey Kutup deniz yolu. Kuzey denizi yılın
9-10 ayında buzlarla kaplıdır. Geçit vermez.
4 – Londra’yı, Odesa’ya bağlayan en yumuşak
yol, ÇANAKKALE ve İSTANBUL Boğazlan yolu görünmekteydi. O halde boğazları
zorlayarak açmak, RUSYA’ya yardımları ulaştırmak için tercih edilmeliydi.
Bu cephenin açılmasına neden olan diğer
hususları şöylece sıralamak mümkündür.
– Türkiye’nin SÜVEYŞ Kanalı ve dolayısla Hint
Denizi yolu üzerindeki baskılarına son vermek.
– Savaşa katılmakta tereddüt gösteren
BULGARİSTAN’I, ALMANYA’ya kaptırmadan İtilaf Devletlerinin yanında savaşa
sokmak.
– İSTANBUL’U zapt ederek Müslüman dünyasını
etki altına almak ve Halife’nin ilan ettiği Cihad-ı Mukaddes’i tesirsiz kılarak
İslam dayanışmasını çökertmek.
– Almanların 1915 baharında yapacağını
hesapladıkları Büyük Taarruz için, bu devletin dikkatini ÇANAKKALE’ye çekerek
Avrupa cephesinden buraya kuvvet kaydırmalarını sağlamak.
– Aralık-1914’te Türk Ordularının giriştiği
Sarıkamış harekatından, telaşa kapılan Rus Çan Grandük NİKOLA,. İngiltere’ye
başvurarak İtilaf Devletlerinin hemen Türkiye’ye karşı karadan veya denizden
bir cephe açmalarını istemiştir.
İşte bu gibi düşünceler çerçevesinde İngiliz
Harp Kabinesi, CHURCHİL’in baskısıyla Çanakkale Cephesi’nin açılmasına karar
verdi.
Bu karar üzerine MONDROS’ta bulunan
İngiltere’nin Akdeniz donanmasının Baş Komutanı Amiral CARDEN’in düşünceleri
soruldu. CARDEN : “Bir ay içerisinde Marmara Denizi’ne çıkılabileceğini
belirterek bu maksatla hazırladığı dört aşamalı plânını 15 OCAK 1915’te
LONDRA’ya gönderdi. “Harp Kabinesi, Şubat’ta ÇANAKKALE Boğazı’nın denizden
zorlanarak geçilmesine karar verdi ve bu husus Amiral CARDEN’e bildirildi.
Bu karardan Fransızlar da memnun kalmışlardı.
İSTANBUL’U tek başına İngilizlerin ele geçirmesini istemiyorlardı. Bu nedenle
kendilerinin de bir filo ile bu harekata katılacaklarını bildirdiler.
Ruslar ise bu yeni cephenin Çanakkale
Boğazı’ndan açılmasına hiç memnun olmadılar. Çünkü İngiliz ve Fransızların
Rusya’dan önce İstanbul’a girmeleri, Çarlığın bütün Ortadoğu politikalarına ve
sıcak denizlere inme siyasetlerine ters düşmekteydi. Ruslar bu maksatla
Karadeniz kıyılarında hemen bir kuvvet teşkil ederek İstanbul Boğazı’na çıkma
hazırlığına girmişlerdir.
Sonuç olarak Almanların teşvikleriyle Osmanlı
Orduları 2 Şubat 1915 tarihinde Sina’yı geçerek Süveyş Kanalı’na taarruza
geçti.
Almanların amacı İngiliz kuvvetlerinin Mısır
cephesine bağlı kalarak Avrupa’ya nakledilmesini önlemekti. Yapılan bu Kanal
Seferi Osmanlılar için hezimetle sonuçlanmıştır. İngilizler, bu cephede
ferahlayınca Çanakkale’de kullanılmak üzere buradan bir Kolordu kuvvetlerini
tasarruf edebilme imkanına kavuşmuşlardır.
Görülüyor ki Almanların telkiniyle Rusları
KAFKASYA’da, İngilizleri MISIR’da tutmak maksadını güden, SARIKAMIŞ ve KANAL
harekâtı başarısızlığa uğradığı için düşmanlarımız hem Almanya Cephesi’ne ve
hem de Türkiye’nin can evine yönelen (Çanakkale Boğazı’na) yeni yeni kuvvetler
sevk etmeye imkân bulmuştur.
Bu olayların ardından ÇANAKKALE Savaşlarının
İtilaf Devletlerince kaybedilmesi sonucunda Rusya’ya yardım yolunun
açılamaması, İtilaf Devletlerinin Rusya’ya yardımlarını ve takviyelerini mümkün
kılmamış ve yokluk içinde kalan Rusya’da Bolşevik İhtilali çıkmış, Dünya’nın
ilk kez Komünist Rejimiyle tanışmasına sebep olunmuştur. (1917 senesinde Rus
İhtilali sonunda Çarlık; Brest-litovks Andlaşmasıyla EKİM ayında savaştan
çekilmiştir.)
Çanakkale Boğazı’ndaki deniz harekâtını
başarıya ulaştıramayan İngiltere ve Fransa, Mısır’da oluşturmaya başladıkları
Anzak (Avusturalya-Yeni Zelanda) kolordusunu takviye ederek (Birer İngiliz ve
Fransız Tümeni ile) 64 bin kişilik bir kuvvet meydana getirdiler. Kararlan;
Deniz kuvvetlerinin desteğinde karadan taarruzla Gelibolu üzerinden İstanbul’a
ulaşmaktı.
ÇANAKKALE BOĞAZI’NIN COĞRAFİK MEVKÜ: (KROKİ-1’e bak)
Çanakkale Boğazı; KARADENİZ’İ, İSTANBUL BOĞAZI
ile MARMARA üzerinden EGE’ye ve oradan da açık denizlere bağlayan Türk
boğazlarından biri olup Lapseki-Kumkale arasındaki uzunluğu 52 km. dir. En
geniş yeri Erenköy Körfezi’nde 7.5 km. ve en dar yeri ÇANAKKALE-KİLİTBAHİR
arasında 1200 mt.dir.
Çanakkale Boğazı, tarih boyunca Venedikliler,
İranlılar, Romalılar, Bizanslılar, Selçukluların işgallerinde kalmış ve nihayet
1356’da Osmanlılar, Gazi Süleyman Paşa Komutasındaki “İlk Osmanlı akıncı
müfrezesiyle” Gelibolu’nun kuzeyindeki NAMAZGAH tepeye baskın tarzında çıkarak
Türk Sancağı’nı Avrupa kıtasının bu kenarına dikmişler ve bu tarihten sonra
Osmanlıların Balkan fütuhatları başlamış ve Boğaz günümüze kadar kesintisiz
olarak Türk egemenliğinde kalmıştır.
ÇANAKKALE BOĞAZI’NIN STRATEJİK VE JEOPOLİTİK ÖNEMİ:
ÇANAKKALE ve İSTANBUL BOĞAZLARI kuşkusuz tek
başlarına büe büyük birer Jeopolitik ve Stratejik önem taşırlar. Ama her iki
boğazın tek bir devletin egemenliğinde bulunmasıyla bu önemleri katbekat
artarak olağan üstü bir durum kazanır.
Bu değerleri ve önemi özetlemek mümkündür.
1 – Karadeniz’e kıyısı olan devletler ile
Akdeniz’in kıyı devletleri arasındaki her türlü ilişkiler (ticari, siyasi,
ulaşım, vb.) konularla ilgili faaliyetler için bu her iki boğaz, hayati önem
taşımaktadır. Özellikle bir savaş halinde bu boğazları elinde bulunduran
Türkiye, bu her iki denizin kıyısında yaşayan devletlerin yukarıda sıraladığımız
karşılıklı münasebetlerinde kesinlikle söz sahibi durumundadır.
2 – Türk Boğazları, Karadeniz’i Akdeniz’e ve
dolayısıyla Atlantik Okyanusu’na bağlayan deniz ulaşımının en önemli iki
kilidini oluşturur.
3 – Bu Boğazları elinde bulunduran devlet, Karadeniz
kıyı devletlerinden Rusya’nın, Ukrayna’nın Bulgaristan’ın, Romanya’nın,
Gürcistan’ın Karadeniz’de bulunan donanmalarını Dünya denizlerinden tecrit eder
ve bu ülkelerin Akdeniz’de gösterecekleri bütün etkileri ve faaliyetleri
engeller.
4 – Türk Boğazlarının günümüzde Batı Bloku
(NATO) savunma manzumesi içinde kalması Kafkaslar ve Balkan Devletleri ile
Rusya ve Ukrayna’nın sıcak denizlerle irtibatını keser böylece Baü Bloku
Devletlerinin Akdeniz Harekât alanına ayıracakları deniz kuvvetlerinde tasarruflar
sağlar.
5 – Boğazlara egemen olan devlet Ortadoğu
petrol alanlarını ve Hint Okyanusunu Süveyş yoluyla Akdeniz’e ve Avrupa’ya
bağlayan en ekonomik deniz yolunu kuzeyden (Karadeniz Devletlerinden) gelecek
deniz tehditlerine karşı korur.
6- Balkanlardan, Anadolu’ya yönelecek askeri
bir harekatta Trakya’yla Anadolu arasında etkin bir savunma hattı oluşturur.
7 – Boğazlardan her hangi birini kaybeden
Türkiye’nin genel savunma gücü sarsıntıya uğrar. İstanbul gibi her yönden çok
önemli ve değerli bir şehir ile birlikte Kocaeli ve Gelibolu Yarımadaları
tehlikeye düşer.
8 – Türkiye’nin savunmasıyla Batı Bloku’nun
savunması, stratejik anlamda ve alanda bir bakıma Boğazlardan geçen deniz
yolunun kontrolü ile mümkündür. Türkiye ve Batı (NATO) Bloku, Boğazları savunamadığı
takdirde hasım devletlerin Karadeniz Donanması, Akdeniz’e inerek bu denize
kıyısı olan bütün devletlerin, Ortadoğu ülkeleri ile Kuzey Afrika devletlerini
etkisi altına alabilir. Aksi durumda da hasım Karadeniz devletleri bu imkandan
yoksun kalır.
18 MARTTAN ÖNCE ÇANAKKALE BOĞAZI’NDA TÜRK SAVUNMA DÜZENİ:
Birinci Dünya Savaşı daha başlamadan önce
HAZİRAN-1914’de bir Alman tahkim heyeti tarafından boğazdaki topçu bataryaları
ve tabyalar incelenmiş ve mevcut 32 batarya 22’ye indirilmiş, ayrıca topların
çaplarına ve menzillerine göre dağılımı ve mevzilendirilmeleri yeniden
düzenlenmiş, savunmanın kuvvet çoğunluğu Boğaz’ın içine ve orta bölgelerine
alınmıştır.
Bu sırada Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı
Alb. Cevat Bey ve Kurmay Başkanı’da K. Yrb. Selahattin ADİL Bey’dir. Boğazlar
Komutanlığına da Alman Amirali UZEDUM atanmıştır.
Bölgede Almanların 26 Subayı ile 432 Eratı
vardır. Bunlardan bir kısmı Çanakkale’ye gelmiş ve Hamidiye Tabyası’nda
görevlendirilmiştir. Alman Korvet Kaptanı VOSÎTO komutasında bir kara topçuluk
kursu açılmış, eksiklikler tamamlanmış, Alman torpido kaptanının idaresindeki
Alman mayın ekibi de Türk mayıncılarına yardımcı olmuşlardır.
Eğer bu boğaz seri ateşli ve uzun menzilli
ağır topçu ve bol mayın ve deniz altı ağlarıyla daha da pekiştirilebilseydi bu
savunma gücü kuşkusuz çok daha artırılabilecekti. Ancak elde mevcut olanlarla
yetinilmek zorunda kalınmıştır.
Boğaz savunmasını güçlendirmek amacıyla,
Mesudiye Zırhlısı’ndan sökülen ağır toplar, Anadolu kıyısında ki “Mesudiye
Tabyası’na” konulmuştur. Zırhlı ise KEPEZ ile ÇANAKKALE arasında ki SARISIĞLI
mevkiine demirletilmiş ve mayın tarlaları ile belirli bir bölgeyi koruyacak
şekilde “Set Bataryası” olarak kullanılmak üzere KEPEZ ile Dardanos
Bataryalarına yardımla görevlendirilmiştir. Ancak bu zırhlı, savaşın ilk
anlarında torpillenmiş, su bölmeleri de olmadığından yana yatarak batmıştır.
Boğaz’da yerleştirilen topların bir kısmı da Edirne Müstahkem Mevkii’nden
getirilmiştir.
Mayınlama için, Trabzon kıyısındaki Ruslardan
kalma mayınlar ve İzmir sularındaki Fransız ve Balkan Savaşı’ndan kalma Türk
mayınlarından yararlanılmıştır.
Tabyalar, çevreleri taş ve topraktan yapılmış,
cephanelikler ve erat sığınaklarının bir kısmı toprak altına alınmıştır.
Bölgedeki bütün toplar çoğunlukla kısa
menzilli ve ağır ateşli toplar idi.
Çanakkale Savaşı’nın savunma tertibatı,
Boğaz’ın savunması, 3 bölüm halinde derinliğe doğru şu şekilde düzenlenmiş idi.
(Kroki-2’ye bak)
1 – Dış Savunma Bölgesi: Boğaz’ın Ege tarafındaki giriş yerinde 4 tabyadan oluşmaktaydı. Bunlar: ORHANİYE-KUMKALE-SETTÜLBAHİR ve ERTUĞRUL tabyalarından ibaret idi. Buradaki topların sadece 4 adedi büyük gemilere ateş edecek çap ve menzile sahip olup, seri ateşli idiler. Bu tabyaların görevi düşman donanmasını Boğaz’a girmeden önce zayiata uğratmak ve derinlikteki tabyaları ileriden korumaktı.
2 – Orta Savunma Bölgesi: Boğaz’ın içinde KARANLIK LİMAN’dan (Erenköy önlerinden) Kepez’e kadar olan kısımda önceleri Kepez ve Dardanos’tan başka tabya yok iken, daha sonra 7 tabya ile takviye edildi. Bunlar:
– Anadolu kıyısında : KEPEZ, DARDANOS,
MESUDİYE ve CEVAT PAŞA tabyaları.
– Rumeli kıyısında: TANKER, BAYKUŞ, KUMBURNU
tabyaları. Bu her iki kıyı tabyalarında ağır toplar mevzilendirilmişti.
3 – İç Savunma Bölgesi: Bu bölgede 9 tabya vardı.
– Anadolu kıyısında : NARA, MECİDİYE,
ÇİMENLİK, ANADOLU HAMİDEYESÎ-tabyaları.
– Rumeli kıyısında: YILDIZ, DEĞERMENDERE,
NAMAZGAH, RUMELİ HAMÎDÎYESÎ ve MECİDİYE tabyaları.
Bu tabyalarda toplam 59 ağır top vardı.
Bunların ancak 8’i büyük çapta ve seri ateşliydi. Boğaz’ın en çok tahkim edilen
ve mayınlarla pekiştirilen bölgesi burasıdır. Çünkü burası aynı zamanda boğazın
daralar yöresidir. Bu bölgede savunma çökertilirse İstanbul yolu tamamen
açılmış olacaktır.
Yukarıda sıraladığımız her üç savunma
bölgesinde Oniki’si seri ateşli, toplam 109 adet orta ve ağır top vardı. Ayrıca
48 adet hafif ve orta top daha vardı ki bu toplardan 63 adedi savaşa
girişimizden sonra Almanya’dan getirilmişti. Diğerleri boğaz tahkimatında
mevcut idi.
Boğaz’daki topların tüm mevcudu 170 adedi
bulunuyordu. Bunların ancak 8 tanesinin menzili 15 km. ye ulaşmaktaydı.
Diğerlerinin menzilleri 7-10 km. arasında değişmekteydi. Savunma hazırlıkları
sırasında mayın hatları takviye edilmiş toplam 407 mayın kullanılmış, bunlarla
10 mayın kuşağı yapılabilmişti. 8 adet ışıldak bu mayın kuşaklarının aydınlatılmasına
görevlendirilmişti.
7.5’luk bir kısım ALMAN Krup topu uçaksavar
olarak hava taarruzlarına karşı mevzilendirilmişti.
Alman topçu uzmanları topların çoğunu Boğaz
girişinde mevzilendirmeyi düşünüyorlardı. Oysa ki, düşman donanması uzun
menzilli toplarıyla kıyıdaki bu toplarımızın menzili dışında kalarak
mevzilerimizi rahat rahat dövebilecekti. Nitekim öyle de oldu. Türk komutanları
topçularımızın çoğunu orta ve iç savunma bölgelerine yerleştirerek, Boğaz’ın
daha etkili ..olarak savunulmasını sağlamışlardır.
Harekât başladıktan sonra gelişmelere paralel
olarak 48 hafif toptan çoğu, orta savunma bölgesinde set bataryaları olarak
görevlendirilmişti.
18 MARTTAN ÖNCE BOĞAZ’A YAPILAN DENİZ TAARRUZLARI:
İlk Deniz Savaşı : (Boğaz’a karşı icra edilen
keşif taarruzu şeklinde yapılmıştır.) 3 KASIM 1914 günü 3 İngiliz Zırhlısı ve 2
Kruvazörü Rumeli kıyısına karşı ve 2 Fransız Zırhlısı da Anadolu kıyısındaki
Boğaz’ın giriş tabyalarını 20 dk. süre ile ateş tufanına boğmuştur. Bu
bombardımanda dış tabyalarımız büyük bir yıkıntıya uğramış ancak daha sonra
kısa bir sürede Mehmetçiklerimiz tarafından onarılmıştır. Bu kısa savaş, açık
denizlere bakarı dış tabyalara fazla bel bağlamanın doğru olmadığı düşüncesini
kanıtlamıştır.
İtilaf Taarruz Planı: itilaf Devletleri
Akdeniz Başkomutanı Amiral CARDEN’in, 15 Ocak 1915 tarihinde yaptığı 4 aşamalı
taarruz planına göre boğaz bir ay içinde geçilmiş olacaktı. Buna göre birinci
aşamada dış savunma tabyaları imha edilerek ortadan kaldırılacak; ikinci
aşamada orta savunma tabyaları ve üçüncü aşamada iç savunma tabyaları yok
edilecek; 4’ncü ve son aşmada ise boğazda arta kalan mayınlar, temizlenecek,
boğaz emniyet altına alınarak Marmara Denizi’ne çıkılacak ve İstanbul’a
girilecekti. Boğazın kara bölgesinde güvenliğini sağlamak üzere MİDİLLİ’de
yeterince kara kuvveti toplanacaktı. Bu plân kağıt üzerinde çok güzel ve
uygulanabilir görülüyordu. Hatta bazı aceleci İtilaf komutanları, Boğaz’ın
geçişi için öngörülen bir aylık süreyi çok uzun bulmaktaydı. Ne var ki
Mehmetçiğin inanç, inat ve cesaretle kenetlenmiş savaş azmi ve Türk
komutanlarının kararlılıklarını kağıt üzerine çizmek mümkün olmamıştır. Boğaza
yapılan bu ilk saldın Türk savunmasını bir yoklama, bir deneme ve keşif
niteliğinde yapılmıştır. O gün geriye çekilen zırhlılar daha bir çok deneme
yapmak üzere saldırılarına devam edeceklerdir.
1915 ŞUBAT AYINDAKİ DENİZ TAARUZLARI:
19 – 25 ŞUBAT SAVAŞLARI:
Yukarıda açıklanan plânın birinci aşamasının
uygulanmasına 19 ŞUBAT günü güzel bir havada başlandı. Bu kez saldırıya tam 9
zırhlı ve kruvazör katılıyordu. Bunlardan 6’sı İngiliz 3’ü Fransızlara ait idi.
itilaf donanması süzüle süzüle Boğaz’a yaklaşmaya başlamış ve saat tam 09.36’da
Boğaz girişindeki tabyalarımızın üzerine ateş kusmaya başlamıştır. Bu harekât
sırasında hava bozmuş, deniz kabarmış ve-sertleşmiş ve bu nedenle düşman
donanması umduğu derecede büyük tahribat yapamamıştı.
Saldırı için hazırlanan bütün düşman
gemilerindeki top sayısı (hepside en son sistem olmak üzere) 247’yi buluyordu.
Bunlar, Boğaz girişindeki tabyalarımızdaki 19 adet topumuzun menzili dışında
durarak ağır mermileriyle mevzilerimizi dövüyordu. Bu durum bir boksörün,
kollan bağlı bulunan hasmıyla dövüşmesine benzemekteydi. Menzilleri yeterli
olmadığı için gereken cevabı veremeyen Türk tabyalarının bu suskunluğundan
cesaretlenerek ileri atılan düşman zırhlılarından bazıları Mehmetçiğin kol
mesafesine girince hak ettiği darbeleri aldı. Hasara uğratılan 3 düşman
zırhlısı çareyi kaçmakta buldu. Ama bunlar bir vuruşta öldürülecek cinsten
değildi. Donanma, geri çekilme karan aldı ve kıyılarımızdan açılarak açık
denizlerin güvenliğine sığınarak havanın yatışmasını beklemeye başladı.
Bu saldırılarla giriş tabyalarımızdan 4’ü
(ERTUĞRUL, SETTÜLBAHIR, KUMKALE ve ORHANÎYE) tahribata uğratılmış, ama
toplarımızın tamamı sus-durulmadığı için 20 ve 25 ŞUBAT 1915 günleri güzel
havayı kaçırmak istemeyen bu deniz ejderlerinin sayısı artırılarak saldırılarını
tekrarlamış ve bu arada KUMKALE ile SETTÜLBAHIR kıyılarına yoğun ateş desteği
altında çıkanları küçük tahrip timleri bu tabyalarımızı işe yaramaz hale
getirmişlerdir.
Düşman saldırı plânının birinci aşaması bu
savaştan sonra tamamlanmıştır. Üç düşman zırhlısının hasara uğratılmasına karşı
19 topumuzu kaybetmişti.
Bu harekâtı Amiral CARDEN’in yardımcısı De
ROBECK yönetmekte idi. Boğaz girişindeki tabyalarımızın artık ateş edemeyecek
bir durumda olduğunu gören De ROBECK mayın tarama gemilerini boğazdan içeriye 5
mil kadar sokmuş ve yaptırdığı keşif sonunda herhangi bir mayına rastlanmadığı
hususunda rapor almıştı. Bu haber Başkomutan Amiral CARDEN’e hemen ulaştırıldı.
Amiral o günkü kazancını başarının bir ölçeği olarak kabul edip harita üzerinde
pergelini açarak İstanbul’a kadar olan mesafeyi ölçtükten sonra oturduğu
koltukta arkasına yaslanarak derin bir nefes almış, LONDRA’daki Amirallik
Dairesi’ne şu mesajı çekmiştir: “Yaklaşık 14 gün içinde İstanbul’a varmış
olacağımızı tahmin etmekteyim.” Bu rapor güzeldi hoştu ama kıyılan bekleyen
Mehmetlerin azim ve cesaretleri gene hesaba katılmadan yazılmıştı.
18 ŞUBAT taarruzlarında Boğaz girişindeki
savunma hattımızı oluşturan tabyalarımızın düşmesi bazı önemli siyasal
sonuçlarda doğurmuştur. Şöyle ki:
Hâlâ tarafsızlığını sürdüren İTALYA, İtilaf
Devletlerine daha sıcak bakmaya başlamış, BULGARİSTAN’ın yüzü, ALMANYA’ya dönük
iken bu durum üzerine çekingen bir hal almıştır.
Rusya, Karadeniz Boğazı’na 40 Bin kişilik bir
kuvvetle çıkmayı önermiştir. Çünkü daha önce LONDRA’daki patronların
hakemliğinde yapılan “Osmanlının bölüşülme plânında” İSTANBUL ve yöresi Ruslara
bağışlanmıştır. Gerçi o zaman öyle gerekiyordu ama şimdi durum daha başkaydı.
İstanbul ve Çanakkale Boğazlan Hindistan yolunun güvenliği için İngiltere’nin
kontrolünde bulunmalıdır. Diğer yandan da Rusya, şimdi kendi canının derdine
düştüğünden ses çıkaracak hali de kalmamıştır. Ayrıca İstanbul ve Boğazların
Ruslara hediye edilmesi, Fransa’nın Ortadoğu hegemonyasına ters düşmekteydi. Şu
sırada ortaya güzel bir fırsat çıkmıştır. Voleleri iyi kullanmakta usta olan
İngiliz Politikacıları bunu değerlendirmeliydi. Zaten Avrupa cephesinde Alman
baskısına dayanamayan Rusya’nın imdat diye bağırmaktan sesi kısılmak üzereydi.
Bir taşla iki, hatta üç kuşun vurulacağı çok iyi bir fırsat çıkmıştır. Bu
kaçırılmamalıydı.
Boğazlar aşılmalı, İstanbul’a girilmeli, ve
Osmanlı İmparatorluğu’na böylece diz çöktürüldükten sonra Rusya’nın istediği
yardım malzemelerini bu yoldan göndererek bir yandan dostluk görevi yerine
getirilirken diğer yandan da Alman cephelerinin doğusundan ve batısından
taarruza geçilerek onun da işi bitirilmeliydi.
26 ŞUBAT 1915 SAVAŞI:
Boğaz girişindeki tabyalarımızın
susturuluşundan sonra Amiral CARDEN’in yaptığı plânın ikinci aşamasının
uygulanılmasına sıra gelmiştir. Bu maksatla 26 Şubat sabahı İtilaf donanması,
bu kez biraz daha güçlendirilerek Boğaz’ın “Orta Savunma Bölgesine karşı
kesintisiz olarak 8 saat sürdürdüğü bir ateşle saldırıya geçmiştir.
Orta savunma bölgesinin her iki kıyısından
Türk savunmasının esasını gezgin, hafif bataryalar oluşturmaktaydı. Kuşkusuz
savunmanın bel kemiğini her iki kıyıdaki mevcut tabyalarımız teşkil etmekteydi.
(Kroki – 2’ye bak)
Gezgin hafif bataryaların çoğu kıyıya bakan
ilk sırtların hemen gerisinde mevzilendirildikleri ve yerlerini de düşman
gemilerinin boğazdaki pozisyonuna göre sık sık değiştirdikleri için, düşman
tarafından yerlerinin saptanması çok zor olmaktaydı. Bu günkü savaşta oldukça
fazla mermi yakılmıştı. Topçularımız çok kısıtlı olan mermilerini büyük bir
dikkatle kullanıyor, üstün disiplini, yüksek eğitimi ile kısıtlı atışlarla
düşman zırhlılarının ensesinde adeta boza pişiriyordu. îtilaf donanması
Boğaz’dan içeriye girdikçe gemilerin güverteleri, nereden geldiği belli olmayan
mermi tarakaları ile inliyor, düşman şaşkınlık içinde kalıp bocalıyordu. Buna
rağmen donanmanın çok üstün ateş gücü karşısında boğazın orta savunma bölgesi
önemli derecede tahribata uğratılmıştı.
Saldın planının ikinci aşamasını teşkil eden
bu günkü savaşlarda îtilaf donanması Boğaz’da şöyle-böyle tutunabilmişti. Sıra
artık, planın üçüncü aşamasını uygulamaya gelmişti. Bu aşamada mayınlar
temizlenecek, iç savunma bölgesindeki tabyalar tahrip edilecek ve MARMARA’ya
çıkılacaktı. Bu amaçla, îtilaf donanması toplayabildiği bütün gücüyle Boğaz’a
yüklenecek ve düşündüğü son darbeyi 18 MART ‘da indirmeyi deneyecektir.
18 MART ÖNCESİ DURUM
26 ŞUBAT’tan bu yana bütün hazırlıklarını bu
yönde tamamlamış bulunuyordu. Bu savaşlara tarihçiler ÇANAKKALE Deniz Savaşları
demiştir. Oysa ki mayın harekatı hariç bu savaşlar baştan sona donanmayla kara
topçusu arasında cereyan etmiştir.
Ayrıca, tarih yazarları bu kadar dar bir su
parçası üzerinde; karşısında hiçbir düşman gemisi bulunmadığı halde böylesine
büyük bir donanmanın bu tür bir savaşa ilk kez katıldığını belirtmişlerdir.
Çanakkale Boğazı’nda devam eden deniz
savaşları adeta sahnede oynanan bir oyun gibi olmuştur. Çünkü boğazın her iki
yakasında her hangi bir tepe üzerinde duracak bir kimsenin, savaşın bütün
detaylarını sonuna kadar görüp seyredebileceği bir tarzda cereyan etmiştir.
18 MART saldırısına kadar hava, hemen hemen
devamlı olarak bozuk gitmiş, İtilaf donanmasına kıyılarımıza sokulma olanağını
vermemiştir. Türk ordusu bu fırsattan çok iyi yararlanmış, yıkılan tabyalarını
onarmış, toplarının bakımlarını yapmış, ve yeni takviyeler getirmeyi
başarmıştır.
Bu dönem içerisinde îtilaf Devletleri
donanmanın tek başına Boğaz’ı düşüremeyeceğini anlamaya başlamış ve deniz
harekatına paralel olarak karadan da müdahale edecek şekilde kara kuvvetlerini
LİMNİ ADASI’NA yığmaya başlamıştır. Bu defa iş sıkı tutulmalıydı. Bu maksatla
MISIR’da bulunan İngiliz Generali MAXVELL’e de emirler gönderilmiş “Ortadoğu
harekat alanındaki bir çok kıtaların emrine verildiği” bildirilerek bunların
“Çanakkale’ye şevke hazır tutulmaları” istenmişti. Bütün bu kuvvetlerin
komutanlığına da HAMILTON tayin olmuştur.
Bu arada “Akdeniz İngiliz Donanması
Başkomutanı “Amiral CARDEN bu güne kadar cereyan eden savaşlardan dolayı
sinirleri iyice bozulmuş ciddi olarak sağlığını kaybetmiştir. Kendisini asıl
bunalıma iten sorunların başında Boğaz’da günün her saatinde mevzi değiştiren
ve ele avuca sığmayan Türklere ait hafif set bataryalarının hırpalayıcı
ateşleriydi. Yoğun deniz bombardımanıyla tam susturuldukları sanılan bu
bataryaların bir kaç saat sonra başka bir yerde yeniden ateşe başlamaları
amirali çileden çıkarmaya yetiyordu. Bu ve benzer olaylar nedeniyle düştüğü
asap bozukluğu içerisinde görevinden affedilmesini istemekteydi. Oysaki son
üçüncü aşamaya ait plan, bir kaç gün içinde uygulamaya koyulacaktı. Doktorlar
kendisini muayene ettiler ve “Ruhsal Çöküntü” tanısıyla derhal İNGİLTERE’ye
geri gönderilmesinin uygun olacağı yolunda raporlarını verdiler. Amiral
LONDRA’ya durumu bildirerek İNGİLTERE’ye döndü.
17 MART 1915 günü, Amiral CARDEN’in
yardımcısı, Amiral De ROBECK ertesi günü girişilecek son, büyük ve kesin
taarruzun komutanlığına getirilmişti. Onun başkanlığında 17 MART günü yapılan
son toplantıda 18 MART harekatı bir kez daha gözden geçirildi.
18 MART 1915 SAVAŞI: (Kroki-3’e bak)
18 MART 1915 günü, bundan 80 yıl önce
Çanakkale’de ufukları ümit ve zafer neşesi kaplayan bir fecir daha söktü.
Dardanos’un toprak kümbetinden ufku gözetleyen Mehmetçik, sayısı 18’e ulaşan
çelik gömlekli hayaletlerin, enginlerin buğusunda helecanlı siluetler çizerek
Boğaz’a yaklaştığını görüyordu.
Okyanusların bu fütursuz aşinalarına Türk
topçusu toprak tabyalarından mert ve asil bir karşılık daha hazırlamakla meşguldü.
Bu çelik hayaletlerin içinde, adını taşıdığı
kraliçe gibi haşmet ve güvenle ilerleyen QUEEN ELIZABETH zırhlısı, Marmara’dan
kopup gelen MART rüzgarının serin teması ile mest olmuşa benziyordu.
İtilaf donanması kesin sonuç almayı
tasarladığı saldırı plânını 3 dalga halinde şöyle düzenlemişti.
1. Hatta:
Modern zırhlılardan oluşan QUEEN ELIZABETH,
AGAMEMNON, LORD NELSON, INFLEXIBLE gemileri yer almış ve bu hattın sağ ve sol
gerilerinde de P. GEORGE ile TRÎUMPH gemileri bulunmaktaydı.
2. Hatta:
Fransız gemilerinden oluşan GAULOIS,
CHARLEMANGNE, BOUVET VE SUFFREN zırhlıları bulunmaktaydı. Bu hattın sağ ve sol
gerilerinde İngilizlerin MACESTİK gemisiyle SWIFTSURE bulunmaktaydı.
3. Hatta:
Bu hatta eski İngiliz zırhlıları yer almıştı :
Bunlar VENGEANCE, IRRESISTIBLE, ALBION, OCEAN olmak üzere iyi bir hava, durgun
bir denizde saat 10.00’da boğaza girmeye başladılar. Saat 11.00’de ilk hat
zırhlıları Çanakkale’ye 12 km. mesafedeki önceden saptanan mevkilerine gelerek
TRUMPH zırhlısının ilk mermisini saat 11.15’te ateşlemesiyle bu günkü savaş
başladı.
Düşmana ilk karşılık MESUDİYE ve DARDANOS
tablalarından verildi. Türk savunma planına göre gemiler topçuların menziline
girinceye kadar pusuda beklenecek ve menzil içine girer girmez baskın tarzında
ateş açılacaktır.
Düşman Boğaz’da ilerledikçe menzillerine giren
topçularımız ateş açıyor, savaş giderek kızışıyor, çelik namlularda kibir ve
inatla körüklenmiş alevler yanıyor. Düşmanın dev cüsseli mermileri kudurmuş bir
manda gibi toprak tabyalardan hınç alıyordu.
O gün saat 12.00’ya geldiğinde ÇİMENLİK
TABYASI’ndaki cephaneliğimiz infilak etmiş, NAMAZGAH ve Anadolu HAMİDİYE
Tabyaları yerle bir olmuştur. Ama Türk topçusunun hedefini şaşmayan ilk
mermileri AGAMEMNON zırhlısını vurmuş, çelik zırhını parçalamıştır.
INFLEXIBLE zırhlısının komuta köprüsünde
yangın çıkmış diğer bir çok zırhlılar isabet almıştır.
Bu sırada (Saat 12.00’de) ikinci hatta bulunan
Fransız zırhlılarına Amiral tam yol ileri emrini verdi. Bunlar ön hatları
aşarak ileriye fırladı ve ÇANAKKALE’ye 7 km. kadar sokuldu.
Savaşın en şiddetli saatleri yaşanmaktaydı.
Türk topçuları boğazı cehenneme çeviriyor, düşman zırhlıları da kıyı
şeridindeki Türk tabyalarını hallaç pamuğu gibi atıyorlardı.
Bu sırada Fransız GAULOIS zırhlısı, ağır yara
alarak savaşamaz hale gelmiş, BOUVET zırhlısı da Rumeli HAMİDİYE’sinden altığı
tam isabetle ağır şekilde yaralanmış, yırtılan çelik gömleğini yenilemek üzere
geriye kaçarken saat İ4.00’de ayağı, Boğaz’ın ateşten gerdanlığına takılarak
aldığı mayın yarasıyla bir kaç dakika içinde burnu havaya kalkmış ve ardından
kıç üstü suya kapanarak Boğaz’ın derinliklerinde gözlerden kaybolup gitmiştir.
Zırhlıda ki 639 kişi gemiyle birlikte dibi boylamıştır. İki dakika içinde
cereyan eden bu olay düşman donanmasında büyük bir şok yarattı. 18 MART
savaşlarından daha önce, 7/8 MART 1915 gecesi Dz.Yzb.Hakkı Komutasındaki NUSRET
Mayın gemisi bütün ışıklarını söndürerek inanılmaz bir cüret ve cesaretle
Boğaz’da kum gibi kaynayan düşman zırhlılarının arasından süzülmüş, Karanlık
Liman’a yanaşmış ve 26 adet mayınını bu sulara gayet planlı bir şekilde ve tek
sıra halinde dökerek gene geldiği gibi sessizce süzülüp üssüne dönmüştü.
Dz.Yzb.Hakkı’nın sulara bıraktığı mayınlar, düşman gemilerinin daha evvelki
savaşlarda da manevra sahası olarak kullandıkları KARANLIK LİMAN’ın, ERENKÖY
koyuna bakan sahiline paralel olarak sıralanmıştır. BOUVET zırhlısı Yzb.
Hakkı’nın azizliğine uğrayan ilk deniz ejderi oluyordu. Ama işler daha
bitmemiştir.
Batan Bouvet zırhlısının imdadına koşan
SUFFREN, GAULOÎS aynı akıbete uğramış bu zırhlının üzerine toplanan
mermilerimiz onu da amansız yakalayarak hırpalamış ve yüz geri püskürtülmüştür.
Ne var ki, kader ağlarını yavaş yavaş örüyor.
Ve Yzb. Hakkı Bey’in kurduğu tuzak işlemeye devam ediyordu. Saat 15.00’te başka
bir mayına çarpan IRRESISTIBLE ve onu takiben 16.30’da INFLEXIBLE ve 10 dakika
sonra OCEAN zırhlıları tam ileriye atılacaklardı ki, onların da ayakları boşa
gitti. Mayına çarparak kendilerini bir ateş çukurunda bulup suda eriyen saman
kağıdı gibi bükülerek battılar.
INFLEXIBLE güçlükle çekilerek (Aldığı mayın
yarası dolayısı ile) İMROZ’a götürülmüş ve kıyıya, baştankara edilmiştir.
NUSRET’in mayınları meğerse ne güzel
patlarmış.
Böylece 6 saat içerisinde üç büyük zırhlısını
kaybeden ve bundan daha fazlasının da Türk topçusunun hedefini şaşmayan
mermileri altında, ağır yaralar aldığını gören Amiral De ROBECK bu hezimet
karşısında bütün moralini kaybetmiş. “Ya şimdi sıra QUEEN ELIZABETH’e gelirse
diye” düşünmekten kendisini alı koyamayarak sırtında soğuk suların ürpertisini
hissetmeye başlamıştı.
Ağır yaralar alan gemiler birbirlerinin
imdadına koşuyor, batan gemilerin mürettebatını kurtarabilmek için sayısız
tekneler sağa sola koşuşturup duruyorlardı. Her halde mahşer denilen de böyle
bir şey olmalıydı. Donanmadaki bütün komutanlar arasında panik havası esmekte
idi.
Amiral De ROBECK bugün, hayatının en uzun
gününü yaşamaktaydı. Bu ateş tufanından bir an evvel kurtulabilmek için
“karanlığın çökmesini dört gözle bekliyordu. Bereket versin ki MART’ın akşam
güneşi erken batmaktaydı.
Bu ölüm kalım savaşında Türk tabyalarında da
önemli hasarlar meydana gelmiş, saat 14.00’e doğru hiddetli bir yangın
ÇANAKKALE ile KİLİTBAHİR’i parmağına dolamış, muhabere hatlarımız parçalanmış,
daha da kötüsü akşama doğru bütün müstahkem mevkii komutanlığının elinde sadece
30 atımlık mermi stoku kalmıştır.
Savaşın en ağır yükünü çeken DARDANOS
tabyasındaki açık ateş mevziinden savaşa katılan 6 adet topun hepsi de saat
17.00’ye doğru kullanılmaz hale gelmiş, hemen bütün eratı saf dışı olmuş, son anda
batarya Komutanı Ütğm. Hasan Hulusi ve takım subayı Trabluslu Tğm. Mehmet
Mevsuf hâla ateş edebilecek durumda kalan son iki topun başına bizzat geçmişler
ve her biri 8 erle kullanılan bu toplan iki subayımız tek başlarına kullanarak
ateşe devam etmişlerdi. Bu tabya ve çevresine düşen top mermilerinin sayısı
zaman zaman dakikada 400-500 atıma ulaşmaktaydı.
Bütün bu hengame içerisinde Türk tarafının
kaybı 4 subay, 40 er ve 74 yaralıdan ibaretti. Buna karşılık İtilaf Donanması
1/3’nü kaybetmiştir. (Zırhlılardan üçü batmış, üçü de uzun süre işe yaramayacak
şekilde ağır yaralanmıştır.) Saat 17.10’da Amiral DE ROBECK, artık yapacak
birşey kalmadığını görerek boynu bükük çekilme emrini veriyordu.
Bu şekilde sona eren 18 MART Savaşı’nın
zaferle sonuçlandırılmasında NUSRET Mayın Gemisi’nin ve onun kahraman Komutanı
Yzb. Hakkı kadar, DARDANOS bataryasının da payı vardır. 18 MART günü aslında
bir kahramanlık sıralaması yapmaya da olanak yoktur. Çünkü bütün bataryalar
onların subayları ve erleri hayatlarını hiçe sayarak gerçekten ölüme meydan
okuyup çarpışmışlardır. Ancak, DARDANOS Bataryasının Boğaz’da işgal ettiği
mevkii özelliği dolayısı ile çok ayrı bir yere sahip olmuştur. Bütün
kahramanlarımızın şahsında sadece bu bataryamızın menkıbesine kısaca değinmek
istiyorum.
DARDANOS Bataryası’nın Menkıbesi:
Bu batarya Çanakkale Boğazı’nda Karanlık
Liman’ın kuzey bölgesine düşen ve küçük bir dirsek yaparak Çanakkale şehrini
arkasında saklayan bir tepenin tam üzerinde, denizden birden bire yükselen (120
m. yükseklikte) önü ve arkası sert yamaçlarla aşağı doğru inen bir arazi
kesiminin üstünde açık ateş mevziinde tertiplenmiştir. 6 Toptan oluşan
bataryanın menzili 15 km. kadar olup Boğaz’ı girişinden itibaren ateş altında
tutabiliyor. Topların çapı 15 cm. olup seri ateşliydi.
Düşman donanması Boğaz girişindeki tabyaları
tahrip ederek, içeri girdikten sonra DARDANOS’un kahredici ateşi ile
karşılaşmıştır. Bu nedenle de Boğaz’daki bütün düşman gemilerinin baş hedefi
olmuştur.
Batarya, tepenin en üst hattında açıkta
mevzilendirilmiş olduğu için denizden bakıldığında bu 6 topun silüyeti tamamen
ufka düştüğünden uzaktan, sanki kanatlarını açarak bir tepenin üzerine konmuş
altı kartal gibi görünüyordu. Gemi toplarının bunları saf dışı edebilmesi; her
birini tek tek tam isabetlerle nokta atışı yaparak vurmasına bağlı kalıyordu.
Bu ise denizde devamlı sallanan gemi topçuları için hiç de kolay bir görev
sayılmazdı. Düşman zırhlılarının DARDANOS’a gönderdikleri salvolar, ya; yamacın
ön yüzünde patlıyor ya da topların üzerinden ve aralarından aşarak daha
gerilerde paralanıyordu.
Akşam saatlerine doğru toplardan biri, namlusu
içinde paralanan kendi mermisiyle hasara uğramış, namlusu zambak gibi açılmış
ve susup kalmıştı. Diğer iki topun birer tekerleği, dingil başlarından kopmuş,
birer dizini yere vuran İzmir Zeybekleri gibi olduğu yerde kalmışlardır. Bir
diğer topun kalkanı ile namlusu arasına saplanan, ama şans eseri patlamayan bir
düşman mermisi o topu da göğsünden hançerlenen bir Dadaş heybeti ile yerine
mıhlamıştı.
Ayakta kalan diğer iki topun kalkanları lime
lime olmuş ve akşam 17.00’ye doğru bataryanın bütün erleri yaralanmış ya da
şehit düşmüş ve bataryada ateş edebilecek iki top ile iki subay ve bir sıhhiye
çavuşu kalmıştı. Yaralı Olmalarına rağmen her biri birer topun başına geçerek bütün
kin ve hırslarıyla namluya sürdükleri 15’lik mermileri düşman gemilerinin
suratlarının ortasına fırlatmaya devam ettikleri sırada bu iki topun orta
yerinde paralanan bir düşman mermisi bu iki kahraman subayımızı ağır
yaralayarak yere sermiştir. Durumu gören sıhhiye çavuşu koşmuş her iki
komutanını da bellerinden kavrayarak bataryanın sargı yerine doğru indirirken
bu sırada geri çekilme emrini alan gemilerden birinin attığı son mermi Üstğ.
Hasan ve Tğm. Mevsuf un hemen arkasında toprağa saplandıktan sonra patlamış ve
kabaran toprağın altında kalan bataryanın bu son kahramanları şahadet
mertebesine ulaşmıştır. Şimdi bu kahramanlar, DARDANOS Tabyasında o gün şehit
düştükleri, bu günde onların isimleriyle anılan “Hasan-Mevsuf Şehitliğinde”
ebedi uykularını uyumaktadırlar.
18 MART 1915 GÜNÜ AKŞAMI, güneş, Ege Deniz’ine
gömülürken tabyalardan ufku gözetleyen Mehmetçikler düşman zırhlılarının
sayısının 12’ye düştüğünü müjdeliyordu.
SONUÇ:
– 18 MART, yersiz bir gururun Karanlık
Liman’da boğuluşunun tarihlere kaydedildiği bir gün olmuştur.
– Türk Denizcilerinin kahramanlığı ve Türk
topçusunun hedefini şaşmayan çelik yumruğu bu zaferin sağlanmasında başlıca
rolü oynamıştır.
– 18 MART LONDRA’yı ODESA’ya bağlayan deniz
yolunun Karanlık limanda kaybolduğunun bütün dünyaya ilan edildiği gündür.
– 18 MART, İtilaf devletlerinin ve onların
yenilmez sanılan armadalarının son tarih denemelerinin bir başlangıcı olmuştur.
– TRUVA’nın koç boynuzu bugün kırılmış;
CENEVİZ’in gemisi bugün batmış; Hünkar İskelesi bugün yıkılmış, SEVR bugün
çökmüştür. Biz, tam 6.5 asır boyunca LOZAN’ı ALÇITEPE’de; Mudanya’yı,
CONKBAYIRI’nda bekledik.. MONTRÖ’yü, İMROZ’un önünde kucakladık.
– Osman oğullan Çanakkale Boğazı’nı kırık bir
salla geçmiş, VİYANA kapılarına dayanmışlardı. Fakat, 18 MART’ta ne Amiral De
ROBECK aynı yerden QUEEN ELIZABETH ile geçebilmiş ve ne de daha sonra General
HAMİLTON’un başı sarıklı mecusi neferi ilahi ateşte tavlanan baltasını
Ayasofya’nın kubbesine indirebilmiştir.
– 542 Yıl önce Fatih, Bizans’ı yaşadığı çağla
beraber yere serdi. 18 MART’ta da torunları Çanakkale’de bir darbe ile Koca
Çarlığı yere yıktı. Kocası Deli PETRO’yu kurtarmak için PRUT suyu kenarında
namusunu Baltacı’ya veren KATERİNA, başındaki tacını da bugün bu kıyılan
bekleyenlere veriyordu.
18 MART 1915 SAVAŞININ SONRASI:
18 MART savaşını izleyen günlerde İngiliz Harp
Kabinesi ve Amiral De ROBECK Boğaz’ı zorlamaya devam etmeyi düşünmüşlerse de
verdikleri zayiatın kısa sürede yerine konulamayacağını anlayarak deniz
harekatını durdurmaya, kara ve deniz kuvvetlerinin hazırlıklarını tamamladıktan
sonra ileri bir tarihte GELİBOLU Yarımadası’na Anfibik kuvvetlerle ortaklaşa
bir harekat yaparak Boğaz’ı düşürmeye ve İstanbul’a ulaşma planlarını bir kez
daha uygulamaya karar verdi. Tarih 27 MART 1915.
Bölgedeki bütün gemiler MART’ın 22. gününden
itibaren ayrılmaya başlamış ve geniş liman imkanları bulunan İSKENDERİYE’ye
hareket ettirilmişlerdi. Yeni harekat için teşkilatlanma ve gemilerin çıkarma
harekatına uygun şekilde yüklenmeleri için hazırlıklar burada yapılacaktı.
Türk Komuta Heyeti, İtilaf Devletlerinin
yukarıda açıklandığı şekilde ikinci bir harekatın yapılabileceğini
değerlendirerek Boğaz bölgesinde ve özellikle GELİBOLU Yarımadası’nda gerekli
askeri önlemi LİMAN VON SANDERS komutasında ve Gelibolu’da 5’nci Türk Ordusu
düşman çıkarmalarına karşı kuruluşunu tamamlamış bulunuyordu.
Kur.Yb. Mustafa Kemal’in komutasındaki 19.
Tümen de Bigalı-Maydos bölgesinde 5’nci Ordunun ihtiyatını teşkil etmek üzere
bölgeye gelmiştir.
Gelibolu Kara Savaşları 25 NİSAN 1915 günü
sabahı fecirle birlikte başlayacak ve İtilaf Devletleri bu savaş harekatında
irili ufaklı 600’e yakın savaş ve ticaret gemisinden oluşan, o tarihe kadar
örneği görülmemiş bir deniz armadasıyla GELİBOLU Yarımadası’na
yükleneceklerdir.
En kanlı savaşlardan biri olarak harp
tarihlerinde yerini bulan bu savaşta taraflar yaklaşık 250’şer bin asker
kaybedecek sonuçta savaş alanını, Türk’ün zaferine terk ederek 8/9 OCAK 1916
günü son erine kadar GELİBOLU’yu terk ederek çekip gideceklerdir.
Bu savaşlarda ve bütün savaşlarda yurtlan için
canlarını veren aziz şehitlerimizin ruhları önünde saygıyla eğiliriz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)